*Metnin orjinal dili Türkçedir. Aşağıda bulabilirsiniz.

This text was originally written in Turkish. You can find it below.

The thing that the virus whispered into our ear, with its sharp voice, was simple and solid, "We are together in this...". That tiny thing, which was invisible to the eye at first, is now big enough to make our eyes bleed. The earth is a human colony…

I guess having a virus hold up a mirror to humans of the Anthropogenic era, is such a strong irony that no one could have thought of. Turning the earth, which is 5 billion years old, upside down in just a few thousand years. What kind of illusion made us think that everything was about us? Agricultural revolution? Enlightenment? I don't know when the enchantment started, but we now have to make some decisions before we face the virus again; are we going to continue as the stone-cold statues of vanity that we are, believing that we created the virus, although we've seen the endlessness of the universe? Or are we going to truly understand our humble part in the big picture, together with the animals we exploit, the earth we staff with pesticides, the air we choke up with methane and the water we fill with plastic? Will we continue to blame the virus for our misery or will we rather blame our domination over nature, species and biologies? Was it really the virus which made the elderly die all alone in their homes? Or made children who collect paper rush back to earn a living as soon as the lockdown was lifted for their age range? Capitalism, the government, multinational corporations: why do they weigh less than the virus in our equation still? Or was it us who created an entirely anthropocentric image of nature?

Many questions have to be answered before our second showdown with the "virus" begins and maybe an overdue apology is also to be offered... Every time the subject came around, my mother furiously asked, ‘’What did they want from a cave animal anyway?’’ It is unknown whether the whole thing started from there, but that's not important. Due to my mother having asthma, she has been under lockdown in my home since the beginning of the pandemic. She was only visiting, then we decided to stay together when the lockdown started. We couldn't even fetch her clothes, thankfully my friend’s clothes were there to help. Being locked up is hard, all the more if you are locked up in someone else's house…

After two months we were finally able to go to the place she wanted to see the most, the forest. If we have to open up this problematic dichotomy, it is to say that my mother has always been closer to nature than she's been to culture. I have seen it every time I looked at her while she was gliding through nature; to me it seemed like she always lived there and she was delivering her apologies. I don't remember how many times I heard this sentence during her little escapes, "Do you know Uygar, even as a child I have always been saying that neither the sea nor going on a trip or anything else was more magical to me, the one I love the most has always been the forest.’’

*The title of this photo-essay is inspired by Ursula K. Le Guin’s novel which carries the same name.

Explore Uygar Bulut's Instagram Gallery.

____

Editorial Notes:
English is a language which runs off the tongue of the coloniser. We have chosen to leave the translation of this piece from Turkish to English in its original state, one that is more real, native and less polished, closer and more intimate  to the author. In doing so we prioritise what is often portrayed as the ‘other’ by bowing to the archive of a non-english mother tongue (and mothers in this instance).

There is resistance in the act of acknowledging beauty and poetry in imperfection. It disrupts a singular concept of ‘perfect’ as the end goal of a teleological narrative used to justify domination, violence and colonial expansion.  It prioritises an archive of another language and culture, questioning the dominance of a way of ‘knowing’ which is often taken as ‘the norm’ in most literary, academic and journalistic circles.  


Dünyaya Orman Denir*

Virüsün gelip tiz sesiyle kulağımıza fısıldadığı şey şuydu, ‘’Bu işte beraberiz.’’Gözle görülemeyecek kadar küçük şey, gözleri kanatacak kadar büyüktü artık. Yeryüzü, bir insan kolonisidir…

Antroposen çağında insana ayna tutmak için virüsten daha kuvvetli bir ironi düşünülemezdi sanıyorum. 5 milyar yıl tarihi olan yerküreyi, sadece birkaç bin yılda alt üst etmek. Nasıl bir illüzyon her şeyin bizden ibaret olduğunu düşündürebildi bize? Tarım devrimi? Aydınlanma? Bilmiyorum nerede başladı o sihir ancak şimdi dönüp‘’virüs’’ün gözlerinin içine bakmadan önce şunun kararını vermemiz gerekiyor, koca galaksiyi görüp hala virüsü bile kendimizin yarattığını düşünen kibir heykelleri olarak mı devam edeceğiz? Yoksa her yıl milyarlarcasını sömürdüğümüz hayvanla, pestisite buladığımız toprakla, metana boğduğumuz havayla, plastiğe doyurduğumuz suyla büyük bir toplamın naçizane bir parçası olduğumuzu gerçekten anlayarak mı? Virüse mi lanet okumaya devam edeceğiz hayatımız bu hale geldiği için yoksa doğaya, türlere, biyolojilere karşı olan tahakkümümüze mi? Virüs mü sebep oldu sahiden yaşlıların bir başlarına evlerinde ölü bulunmalarına? Ya da ilk sokak izninde kağıt toplamaya çıkan çocuğa? Kapitalizm, devlet, çok uluslu şirketler, tüm bunlar neden hala virüsten bile daha az yer alıyorlar bu denklemin içinde? Ya da tamamen insanmerkezci bir doğa imajı yaratan kendimiz?

Evet, ‘’virüs’’ ile bir dahaki görüşmemizden önce cevabının verilmesi gereken daha bir çok soru var ve belki bir de özür… Sohbet her geldiğinde şöyle dedi annem durup durup öfkeyle ‘’Ne istiyorlarmış onlar mağarasındaki hayvandan?’’ Konu bu mudur bilinmez ancak bir önemi de yok bunun. Annem astım olduğu için sürecin başından beri evde kapalı, benim evimde. Bir haftalığına gelmişti, pandemi başlayınca beraber kalmaya karar verdik. Elbiselerini bile alamadık, neyse ki arkadaşlarımın kıyafetleri koştu yardıma. Hapsolmak, üstüne başkasının evinde hapsolmak…

Nihayet iki ayın sonunda görmeyi en çok istediği yere çıkmaya başlayabildik ara ara, orman. Şu kanlı bıçaklı ikiliği kuracaksak yine, annem hep doğaya yakın olmuştur zaten kültürden çok. Ona her baktığımda görürdüm bunu, doğanın içinde süzülürken de zaten orada yaşıyormuş gibi göründü hep gözüme ve sanki özrünü iletiyormuş gibi. Bilmiyorum kaç kere şunu duydum ondan bu kaçışları boyunca; ‘’Biliyor musun Uygar, ben çocukken de hep söylerdim, ne deniz, ne gezme, ne başka bir şey, benim en çok sevdiğim şey her zaman orman olmuştur.’’

*Bu makalenin başlığı Ursula K. Le Guin’in aynı adı taşıyan romanından alınmıştır.